Mutluluk ve huzurun “reçetesi”
Sabah kahvaltısından sonra bilgisayarın başına oturur,köşe yazılarına bir göz atarım,bu gün hangi konu üzernde düşünüp,yazabilirim.Hangi konu elzem diye düşünürüm.Benim gözlemlediğim insanların mutsuz ve huzursuz olmalarının nedenlerini bilmeden,neden… neden diye huzuru aramak için boşuna kürek çekmeleridir.Huzur ve mutluluk o kadar yakınlarında olmasına rağmen farkedememeleri dir.Bende herkesin huzurlu ve mutlu olması farketmeleri için nacizane elimden geleni yapmaya çalışıyor,yardımcı olmaya bunalımlarından kurtulmalarına katkıda bulunmaya çalışıyorum.
Yazar Hekimoğlu’nun yazı ve kitaplarını hep okurum ve çok değer veririm.İşte bu sabah ,” hayatını kurtaran reçete” isimli yazısı dikkatimi çekti ve yayınlmaya hemek karar verdim.Çünkü o kadar çok hasta varki, onların şifa bulması ümidi ile reçete’nin çok yakınlarında olduğunu,kurtuluşun kendi ellerinde ve sadece adım atmaları gerektiğini söylüyorum.Buyrun birlikte okuyalım.
Hekimoğlu İsmail
Hayatımı kurtaran reçete…
Bazı okurlarımdan sorular geliyor. Birisi diyor ki, “Arayış içindeyim, yüreğimde fırtınalar kopuyor. Neden böyle bir haldeyim?” diye…Öncelikle şunu belirteyim ki, “Böyle bir ruh hali, insanı kurtuluşa götürebilir.
Benim hayatımı da değiştiren, bir arayış içine girmemdir…
Bunun için kendi hayatımdan bir misal vereceğim. 1950 senesinde maaşa geçtim. Artık memur olmuştum. Arkadaşlar, mezun olanları toplamışlar, köyde çayırların üzerine kilim sermişler, çay bardaklarını dizmişlerdi. Sofraya oturduk. Bardaklara rakı doldurdular. Ben, “İçmem” dedim. “Nasıl olur” dediler, “Biz senin mezuniyetini kutluyoruz. Sen içmesen olur mu?” “İçki içenlerin ne kadar kötü duruma düştüklerine daha önce şahit oldum, bu sebepten içmem” dedim. “Şu eğlencemizi berbat ettin, sana yazıklar olsun, bizimle arkadaşlık etme” dediler, “Etmem” dedim ve ayrıldım oradan.
Yaya olarak şehrin yolunu tuttum. “Ne yapacağım, ben ne olacağım, kafam niye bu kadar karışık?” Bu sorular sıcak ve kıraç topraklarda yürürken devamlı beynimi kurcalıyor. Kalbim sıkışıyor. “Yok mu?” diyorum, “Herkesin beğeneceği bir yol yok mu?” Annem demişti ki, “Oğlum bu kadar okuma, aklını bozarsın.”
Acaba çıldırıyor muydum?..
Şehrin yolunda yaya olarak kaç kilometre yürüdüm bilmiyorum…Yol boyunca tutunacak bir dal aradım. Baktım olmayacak, koşmaya başladım.
Bu, koşmak değil, bir kaçıştı…
Neden kaçıyordum, kimden kaçıyordum, kime koşuyordum, onu da bilmiyordum… Maaşım cebimdeydi. Büyük de bir paraydı. O zamana kadar büyük para elime geçmemişti. İki buçuk lira yevmiyeyle amelelik yaptığım günleri düşündüm. Şimdi hayat seviyem yükselmişti. Amma bu durum da beni rahatlatmıyordu. Koşuyordum, koşuyordum…
Bir köyün camisinin önünden geçerken dinlenmek için camiye girdim. Annem babam Müslüman’dı ve namaz kılıyorlardı. Fakat çevremin Müslümanlığı benim için yeterli değildi. Allah büyük, Peygamber büyük, Kur’an büyük; neden Müslümanlar küçük? Biz de Müslüman’ız. Fakirlik bütün ağırlığıyla üstümüze çökmüştü. Neden maddî manevî bir sürü derdimiz var? Camide bunları düşündüm. İçeride ne kadar kaldım hatırlamıyorum.
Çıkarken bir şahıs koluma girdi. “Buyur, çorbayı bizde içelim” dedi. Tanımıyorum amma biliyordum o da fakirdi. Evine gittik. Yalnız çorba ve ekmek… Yedik içtik. Adamcağız konuşmaya başladı. “Bu millet çok cahil” dedi. “Cehalet nedir?” diye sordum. “Gerçeği söylesem bana darılır mısın?” “Hayır” dedim. “Öyleyse sana soruyorum, bir Müslüman olarak Kur’an okumasını biliyor musun?”
Başımı öne eğdim, “İslamiyet adına hiçbir şey bilmiyorum.” “İşte” dedi, “Sen cahilsin.”
Bu kelimeyi sevdim. Çünkü bu kelimeden yola çıktım…
Sen cahilsin!.. Sanki bir doktor hastalığımı teşhis etmişti. İlacımsa bol bol okumaktı. Aldığım her kitap, yarama sürdüğüm ilaçlardı… “Camilere devam et, kitap oku, insanlara uyma, Allah’a uy” dedi. Ne güzel bir reçete…
Allah kelimesi çivi gibi beynime saplandı… Çok şükür, İslamiyet bir kasırga gibi beni aldı göklere çıkardı, dalaletten uzaklaştırdı, hak olan bir muhitin içine indirdi.
Şair ne güzel demiş:
“Biz sarhoşken, henüz üzüm yaratılmamıştı…” Sarhoştum… Şimdi, o yıllara bakınca, yani gençlik yıllarıma dönünce, içki içmezdim amma gerçekten sarhoşmuşum… Neden? Ne yapacağımı bilmiyordum da ondan. Bir arayış içindeydim de ondan. Nasıl ki, Erzurum’un bir dağından çıkan Fırat, sevk-i İlahi ile ovaları sulayarak denize ulaşıyorsa, aynı şekilde namütenahi şükrolsun, sevk-i İlahi beni, insan yutan kumsallardan çekip aldı, bugünlere getirdi.
İslamiyet’in ruhumu yakaladığı günden beri huzurum yerinde, psikolojim değişti, ruhum rahat. Ne güzel söylemişti söyleyen: “Din hayatın hayatı…”