Hz.mevlana ve oruç” orucun mânâ ateşiyle mum gibi yanar, nûr olursun.”
Mevlânâ’ya göre hayatın mânâsı aşkla anlaşılır. Aşk da mârifetle gerçekleşir. Ancak aşk ile mârifet bileşik kaplar gibi birlikte yükselirler. Mârifet arttıkça aşk artar, aşk yükseldikçe de mârifet yükselir.
Mevlânâ, aşkı mârifetin merkezine koymuş olmakla birlikle mârifete ermede ibâdetin önemine dikkat çeker. Özellikle de oruç ibâdetinin mârifete erdirici özelliği üzerinde durur ve der ki:
“Oruç tutarak kötü huylardan gereği gibi temizlenirsen, ermiş kişilerin peşine düşer, göklere yükselirsin; orucun mânâ ateşiyle mum gibi yanar, nûr olursun.”
Mevlânâ’ya göre namaz da, oruç da, hac da, Allah yolunda savaş da, insanın “elest bezminde” verdiği söze şahidlik ederler. Zekât vermek, dostlara armağanlar sunmak, hasedden vazgeçmek, içteki ezel sırrına şâhidliktir. Misafir dâvet edip doyurmak, iyilik ve ihsânlarda bulunmak, Allah’a verdiğimiz sözde durmak demektir.
Mevlânâ’ya göre oruç, hâl diliyle şâhidlik edip der ki: Şu kişi, helal lokmayı bile senin emrine uyarak yemedi, su içmedi. Nasıl olur da harama el uzatabilir?
Tasavvufî telakkîde, sâlikleri Hakk’a erdirici, vuslata vardırıcı üç usûl vardır. Ahyâr, ebrâr ve şüttâr yolu. Ahyâr yolu nafile ibâdet ve zühd; ebrâr tarîkı riyâzat ve mücâhade; şüttâr ise aşk ve cezbe yoludur.
Mevlânâ genelde şüttâr yolunu izleyen bir sûfî olarak bilinirse de riyâzat ve mücâhededen uzak değildir. Hattâ zaman zaman riyâzat ve mücâhede onda çok öne çıkmaktadır. Riyâzatın bir unsuru demek olan açlık ve orucun Allah’ın kullarına mânevî bir gıdası olduğunu, bu yüzden ahmak dilencinin bundan nasîbi olmadığını söyler. Mevlânâ şöyle der: Midesine düşkün olan adam ölünce, ekmek onun üstüne düşer ve: Ey açlık korkusundan kendisini öldüren kişi, işte sen göçüp gittin, öldün; ekmeğin kaldı. Haydi kalk da uğrunda can verdiğin ekmeği al bakalım, der.”[1]
Mevlânâ’nın gözünde oruç, gökler ötesinden gelen mânevî bir azıktır, bir semâvî sofradır. İnsan, oruç tutmak suretiyle o sofraya oturarak günahlardan temizlenir, hafifler ve çok iyi hâle gelir.
Orucun güzelliği, insana yokluğu ve yoksulluğu hatırlatması; insana fakirin dilinden anlayacak bir duyarlılık kazandırması ve en önemlisi varlık iddiâ ve sevdâsından kurtarmasıdır. İnsan, oruç sâyesinde fakr duygusuna erer. Fakr, kulun Allah’a muhtaç bir âciz olduğunun itirafıdır. Fakr sâyesinde kul yücelir. Çünkü fakr, bu yolda ilerleyenlerin mürşididir. Gönüller de fakr ve yoksulluğa mürîd olmaya adaydır.
Mevlânâ, insanların azık ve rızık derdiyle telaşlanmalarını bir çeşit güvensizlik olarak görmekte ve tevekkül eksikliği olarak değerlendirmektedir. Mevlânâ der ki:
Kendine gel. Allah’a tevekkül et ve güven! Açlık korkusuyla elin ayağın titremesin! Senin rızkın, senin ona âşık olduğundan daha çok sana âşıktır.
Rızkın sana âşıktır, o senin sabırsızlığını bilir de emekleye emekleye sana doğru gelir. Ey rızkının geç kaldığından korkan zavallı! Sabrın olsaydı rızkın gelir, âşıklar gibi sana sarılırdı.
Açlık korkusundan ne diye titriyorsun? Allah’a tevekkül ile pekâlâ tok yaşayabilirsin.[2]
Allah’a güvenin insana verdiği pozitif enerji, insanın hayata bakışını değiştirecek güçtedir. Ayrıca böyle bir tevekkül duygusuyla elde edilen mânevî güç, insanın hayatın zorlukları ve yokluklarına tahammül gücünü artıracağı gibi, hazz ve zevkini de artırır. Nitekim Mevlânâ şöyle bir kıssa nakleder: Adamın biri, küflenmiş ekmeği iştahla yerken gördüğü birine: “Bu küflü ekmeği nasıl bu kadar iştahla yiyebiliyorsun?” diye sorar. Adam der ki: “Sabrın sonunda açlığım iki misli arttı ve bu küflü ekmek bile bana helvâ gibi gelmeye başladı.”
Sabredince kavuştuğu nîmet, insanın gözünde daha da büyür. Açlık ve açlığa sabır, Allah’ın has kullarına bir lütfudur ki insanlar bu sâyede nefislerini yenerek arslanlar gibi güçlü olurlar.
Açlık zahmeti öbür zahmetlerden daha kolaydır. Ayrıca açlıkta yüzlerce hüner ve fayda vardır. Açlık ilaçların pâdişâhıdır. Bütün hastalıklar onunla iyileşir. Bütün yemekler açlıkla güzelleşir. Tok iken ağlamak bile zordur.
Boş karın şeytanın zindanıdır. Çünkü karnı aç adamın ekmek derdi, yemek sevdâsı; hile yapmasına, kötülük işlemesine engel olur. Boş iken şeytana zindan olan karın, yemekle dolunca içinde şeytanların kaynaştığı bir pazar oluverir.
Mevlânâ’ya göre ruh ve beden sağlığı arasında bir denge vardır ve bedene gelen eziyetlere sabır, ruh sağlığını temin eder. Bir Hak yolcusu riyâzat ve mücâhedede rûhun bakâsını bulmasa; ölümsüzlüğe kavuşmasa, fazla oruç tutmak ve yorucu ibâdetlerle meşgul olmak sûretiyle bedenini hırpalar mı?
Bedenin gıdâsı, topraktan yetişen çer-çöp gibi maddî şeyler; rûhun gıdası ise mârifet ve aşk gibi mânevî şeylerdir. İnsan, bedenine özendikçe toprağa, çamura, ota, samana batar. Rûhuna özendikçe gül ve yâsemin demek olan mârifet, irfân ve aşka yükselir. Nitekim Mevlânâ der ki:
Mideni reyhana, güle alıştır da peygamberlerin elde ettikleri hakikati, hikmeti elde et! Onların mânevî gıdalarını bul. Mideni şu samandan, arpadan vazgeçir de reyhan ve gül yemeye başla!
Ten midesi, insanı samanlığa doğru çeker, gönül midesi ise reyhanlığa götürür. Samanla arpayla beslenen hayvan, kurban olur. Hak nuru ile gıdalanan ise Kur’ân olur.
Varlığının yarısı misktir, yarısı da iğrenç pisliktir. Aklını başına al da pisliği artırma, miski artır. Mideden vazgeçip gönüle doğru yürü de Allah sana perdesiz olarak gelsin.[3]
Mevlânâ’ya göre bu dünyanın yağlı ballı yemeklerini yemek tehlikelidir. Bu dünya yemekleri Allah yemeğine engel olur. Allah yemeğinden denizler kadar yemeli, dünya yemekleri için oruca sarılmalı onu terk etmemelidir. Sabır her an Allah rızkı olan mârifet ve muhabbeti berâberinde getirir.
Çevresine, sevenlerine ve yolunu izleyenlere orucu, açlığı ve mârifete ermek için riyâzatı tavsiye eden Mevlânâ, kendi hayâtında da oruç ve açlığı son derecesine vardırmıştı. Senelerce midesini tıka basa doldurmaktan kaçınmıştı. Şems-i Tebrizî ile ilk buluşmalarında altı ay berâber olmuşlar; asla yeme-içme işinin derdinde olmamışlardır. Mevlânâ’nın lokmaları sayılacak kadar az olurdu ve: “İçimde öyle bir ejderhâ var ki, yemeğe tahammül edemiyor” derdi. Evinde yemek pişirme külfetine girildiği zaman ev halkına kızardı. Yemek işlerinde külfet az olduğu zaman ise son derece sevinç duyar ve hâne halkına: “Bu gün yüzünüzde fakr nûru parıldıyor” diye iltifâtlarda bulunurdu.
Ten kalesinde mahpus olan can kuşunun fazla yemekle esâretinin sürdüğüne inanır ve derdi ki:
“Senin gönül kuşun fazla yemekten ötürü bu yumurtayı delip çıkamamıştır. Bu daracık yumurta hapishanesinde kalmıştır. Sen nefs esâreti yumurtasından çık ki kanatlarını açıp bu mânâ semâsında uçabilesin.”
Mevlânâ orucun Allah’tan başka her şeyi terk etmek demek olan gönül orucu türünü tutanlardandı. Nitekim mârifet ehline göre oruç üç türlüdür:
1. Halkın orucu: Yeme, içme ve cinsî münâsebeti terkten ibârettir.
2. Hâsların orucu: El, ayak, göz, dudak ile diğer organların orucudur.
3. Hâsların hasının orucu: Allah’tan başka her şeyi terk etmek anlamına bâtınî gönül orucudur.
Mevlânâ Dîvân-ı Kebîr’de Ramazan ayını değerlendirirken şu ifâdelere yer verir:
“Ramazan geldi, aşk ve îmân pâdişâhının sancağı erişti. Artık maddî yiyeceklerden elini çek, çünkü göklerden mânevî rızıklar geldi. Can sofrası kuruldu. Can bedeni hantallığından kurtuldu. Tabîatımızın isteklerinin eli bağlandı. Aşk ve iman ordusu geldi. Sapıklık ve imansızlık ordusunu kırıp geçirdi. Bir bakıma oruç, bizim kurtuluşumuzun kurbanı sayılır. Bizim canımız onun yüzünden dirilik kazanacaktır. Mâdem ki gönül evine misafir olarak can geldi, onun uğruna bedenimizi tamamıyla kurban edelim. Sabır hoş bir buluttur. Ondan hikmet ve mânevî lütuf yağar. Bu sebeptendir ki, Kur’ân sabır ayında nâzil olmuştur. Bizi, kötü işler, günahlar işlemeye teşvik eden kirli nefsimiz, arınmaya temizlenmeye muhtaçtır. Ramazan gelince günah zindanının kapısı kırıldı. Can nefsi esaretinden kurtuldu. Miraca çıktı. Sevgili’ye kavuştu. Bu mübarek ayda gönül de boş durmadı, ümitsizliğin karanlık perdesini yırttı, göklere uçtu. Can zâten bu kirli dünyaya mensup değildi. Meleklerdendi, onlara ulaştı.
Ramazan günlerinde sarkıtılan merhamet ipine sarıl da şu beden kuyusundaki hapisten kurtul. Yûsuf, kuyunun ağzına geldi, seni çağırıyor, çabuk ol, vakit geçirme. Îsa, isteklerden, beden eşeğinin arzularından kurtulunca duâsı kabul edildi. Sen de nefsânî isteklerden temizlen, elini yıka. Çünkü gökyüzünden mânevî yemeklerle dolu sofra geldi, haydi elini ağzını yıka, ne yemek ye, ne iç, ne de söyle, hakîkate erdikleri için susup duran ermişlere gelen mânâ sözlerini mânâ lokmalarını ara!”[4]
Alıntıdır.