İşin Allah’a kalmış
Dost bildiği kim varsa sırtını dönmüştü ona. Güvendiği dağlara kar yağıyordu. Bir çıkmaza girmiş çıkamıyordu. Bütün işleri kördüğüm olmuştu, çözüm bulamıyordu. Gelirleri azalmış, buna mukabil ödeme rakamları artmıştı. Çare diye hangi dala uzansa elinde kırılıyordu.
Hiçbir zaman hiçbir sıkıntıda umudunu yitirmezdi ama yavaş yavaş tükeniyor, umutsuzluğa kapılıyordu.
Çaresizdi… Pandora’nın kutusu açılmış, bütün kötülükler etrafa saçılmış, umut kuşunu elinde tutamayıp, kaçırmıştı.
Bezgindi, yorgundu ve yıpranmıştı artık.
Ne yapmalıyım diyordu… Yakınlarına, dostlarına soruyordu. Cevaplar umursamaz, kaçamak ce çoğu nasihatten ziyade ukalalık yüklüydü.
” Ayağını yorganına göre uzatsaydın ya.. ” Diyenler veya ” Eee, iş bilenin kılıç kuşananındır. Demek ki bilmediğin bir işin içine girmişsin. ” Diyerek ahkâm kesenler çoğunluktaydı.
Kendince daha etkili bir konuşma yaptığını zannedenler de vardı.
” Vallahi senin işin Allah’a kalmış. Bu saatten sonra yapılacak bir şey yok. ”
İşin Allah’a kalmış. Ne demek ?
” Demek ki işim bitti desene…”
İçinden öyle geçirdi. Doğru ya bu bir deyim. Toplum, bu deyimi en olmayacak işler için kullanmayı alışkanlık edinmişti. Umutsuz vakalar için bilir bilmez söylenirdi.
Kafası tamamen karışmıştı. Çıkış yolu arıyor bulamıyordu. Biri, bir dostu, bir arkadaşı onu rahatlatacak bir tek kelam etse… Yok… Kimse yok. Ne maddi, ne manevi hiç kimse yanında değil. En yakınları bile, en uzağında…
Bir fanusun içindeydi, nefes alıyor ama yaşamıyordu. Uyanıkken uyuyordu sanki. Gözleri açık bir uyku hali…
Evde mi, sokakta mı, işte mi ; fark etmiyordu çoğu zaman.
Şehrin eski sokaklarına doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Yürüdü… Yürüdü… Yürüdü…
Dar sokakların arasından geçiyordu. Semerciler, kalaycılar, demirciler… Bazı dükkânlar çoktan kapanmış, bazıları da nasibimiz bu kadar diyerek, tezgâhlarını toplamaya başlamışlardı.
Bir ses duydu. Durdu.
İstemsiz, farkında olmadan sese doğru yöneldi.
Eski, küçük bir dükkânın önünde duraksadı. Ses içeriden geliyordu.
Dükkânın eşiğine doğru bir kaç adım attı. Bir demirci dükkânıydı önünde durduğu dükkân. İçeride büyüklü küçüklü ham demir parçaları, bıçaklar, nacaklar, baltalar, keserler vardı… Biraz ilerde, zayıf ama kaslı kollarıyla bir taraftan ateş körüğünü alevlendiren, ateşe daldırdığı demiri harlayan yaşlı bir adam gördü.
Duyduğu ses neydi ? Örsteki demirin sesi mi, ateşi harlayan körüğün sesi mi, bu yaşlı demircinin ses mi ? Unuttu… Demirciyi seyre koyuldu…
Demirci, harlanmış demiri ateşten çıkarıyor, örs üzerine koyup balyozla birkaç defa vuruyor, sonra tezg3ahın yanı sıra duran ve içine su olan kurnaya demiri daldırıyordu.
Hayretle bakıyordu adam ; yaşlı demircinin o koca balyozu örsteki demire vuruşuna, körüğün çalıştıkça ateşi harlayışına. Ateşe ve suya… Demire ve ateşe bakıyordu.
” Gel evlat ! ”
Bir davetti bu. Yaşlı demirci onu çağırıyordu.
Başkasına mı seslenmişti yoksa. Yok…Etrafında kimse yoktu. Bir rüyadan uyanırcasına irkildi. Yaşlı adama nezaketen cevap verdi.
” Ben bir şey almayacağım. ” dedi kısık sesle.
Yaşlı demirci elindeki balyozu yere bırakıp :
” Vardır bir alacağın, gel hele, eşikten içeri gir. ” diyerek, çağrısını yineledi.
Bir kaç adımda içeri girdi. Yaşlı demirci, yerdeki iki ağaç kütüğünü işaret etti, ” istersen otur, ” dedi. Biraz önce “gel” çağrısına cevap vermekte bile tereddüt eden adam, hipnoz olmuş hasta gibi itirazsız oturdu. Demirci tam karşısına geçiverdi…
Adam, özürle başladı lafa, sonra devam etti ;
” Televizyonlarda falan demircilerin çalışmalarını görmüştüm ama ilk defa yakından seyrediyorum, demirin ateşteki halini… Bu yüzden takılıp kalmışım kapı eşiğinde.
Yaşlı adam tebessüm etti.
” Merak ettin demek. ”
” Bilmiyorum, belki meraktır… Dedim ya böyle yakından ilk defa gördüm. ”
Demirci mesleğini öğrenmeye gelmiş bir gazeteciyle muhabbet edercesine anlatmaya başladı ;
” Demir inatçıdır. Demircide umutlu. Demir bir şekle girmek istemez. Ateş yakar eritir onu yetmez, bir de örse çekip balyozla ezeriz. Yine inat eder… Yine ateşe düşer…
Onu yola getiren ne ateşin harı. ne de balyozun ağırlığıdır aslında…
Bir an nefes aldı yaşlı demirci ve ” Bilir misin demirciliğin piri atası kimdir ? ” diye sordu.
Adam bilmiyorum manasında dudaklarını büzdü…
Demirci devam etti.
” Demirciliğin atası, piri Davut Peygamberdir… O ateşsiz şekil vermiştir demire… Bizim ateşle veremediğimiz şekli, o inatçı demire ateşsiz nasıl şekil veriyordu ? O işi O’na yaradan öğretti, sorgusuz olmaz. Ama sırrı var… Sır ; Davut Peygamber’in sesinde gizli. O demiri eline alıp, yüreğinden gelen manevi ateşle ısıtır, sonra ‘ YA ALLAH ‘ derdi… Demir, işte o zaman emre amade olur, istenilen şekle girerdi. Sırrı paylaştık, bildik mi sır olmaz sanma. Asıl sır, insanın yüreğinde gizli, ALLAH demekten, ALLAH demeye fark var. Bu farkı çözen, sırrın sahibi olur. Dedim ya demiri yola getiren gönülden ateşlenen, dilde harlanan ALLAH kelamıdır. Demiri ateşten çıkarıp örse bir daha koyarız, balyozu vururken ; ‘ HEY ALLAH ‘ deriz… Demir bu kelamı duyunca yola gelir, tükenir, biter inadı… Zoru, ALLAH kelamıyla kolay ederiz…”
Evet, adamı sokak ortasında durdurup, demircinin dükkânına götüren ses buydu. Duyduğu ses buydu.
HEY ALLAH… HEY ALLAH… HEY ALLAH…
İyide bu kelime yabancı değildi ki… Müslüman’dı, görevlerini yerine getirmese de eksikleri olsa da Müslüman’dı. Hem ALLAH kelamından uzak değildi… Değildi ama böyle bir zikri, böyle içten yakarışla ALLAH’a seslenişi duymamıştı.
Bir an yaşlı demircinin yorgun gözlerine dikti gözlerini… Sonra konuştu ;
” Ben sese geldim aslında, HEY ALLAH… Bu ne güzel zikrediş ALLAH’ı… Bu ne güzel bir ses…”
İhtiyar demirci sağ elini kalbinin üzerine götürdü.
” Dil de ALLAH der, yüreğimizden çıkan seste ALLAH der… Birinci ses sevgilisinin evinin önünde durup onu çağırmaya benzer. İkinci ses, ermiş aşığın sevinç sesine benzer. Birinci ses duyulur. Ses güzel olabilir, telaffuz güzel olabilir, lakin kapı açılır mı açılmaz mı bilinmez.İkinci ses yüreğin sesidir, o ses beyni etkiler, yankılanır ; ruhu etkiler, bedeni etkiler, titreşir, titretir. İşte o sese, kapı yok… O sese kilit yok… O sese engel yok, bend yok, duvar yok. Vuslat hemen başlar… Yüreğimle, yüreğimin diliyle ALLAH dedim o kadar…”
Bir an bu demirciye bütün dertlerini anlatmak, sıkıntılarını paylaşmak istedi…
” Derdim çok büyük ” diye başlayabilirdi konuşmaya… Vesveseye kapıldı : ” Kimdi bu ihtiyar ? Niye gelmişti bu dükkâna, ne anlatıyordu bu demirci, neden onu dinliyordu ? ”
” Yok ” dedi kendi kendine. Teşekkür edip, kalkıp gitmeye niyetlendi…
” Otur ” dedi adama yaşlı demirci ; Otur hele daha vakit var. ”
Yine hipnoz olmuştu adam… Yaşlı demirci, ” gel ” demişti içeri girmişti. Otur demişti, oturmuştu. Şimdi kal diyor ve oturduğu yerde kalakalıyordu.
” Derdim çok büyük diyorsun öyle mi ? ” dedi demirci.
Adam, bu soruyu da duyunca titremeye başladı. ” Acaba ben az önce sesli mi düşündüm fark etmeden. Yoksa… Yoksa bu adam içimi mi okudu. Kim bu ihtiyar ? ”
” Kimliklerle uğraşma evlet. Ne benim kim olduğum, ne senin kim olduğun önemli değil. Şu büyük derdini anlatsana… ”
Adam, kekeledi önce… Şey… Ben… Evet benim derdim çok büyük, çözemiyorum, içinden çıkamıyorum. Her geçen gündaha büyüyor sorunlarım.
İhtiyar demirci gözlerini kapadı ; Rabbi’ne dönüp ” Benim büyük bir derdim var ” deme. Derdine dönüp “Benim büyük bir Rabbim var ” de ! Diye mırıldandı.
Efendim… Anlamadım…
” Rabbi’nin gücünü unutanlar için Mesnevi’den Mevlana Celaleddin’den bir kelam bu ” dedi ve devam etti sözlerine demirci :
” Mevlana diyor ki ; ” Allah’a yönelip benim büyük bir derdim var deme, buna lüzum yok. Derdine dön ve ona, ” Benim büyük bir Allah’ım var ! ” de. Sen derdinden büyüksün. Ve bil ki seni derdinden büyük yaratan bir Allah var… Derdine mahkum olma, derdine tapma, derdinden korkma… Çünkü senin, alemleri yaratan, tek olan, her şeyin sahibi, Rahman ve Rahim olan ALLAH’ın var… ”
Adam araya girdi ; ” Ben yakın çevreme derdimi anlattım, derdim büyük dedim. Onlar, senin işin zor, işin Allah’a kalmış dediler. Yani bu derdin dermanı yok, demeye getirdiler. Çözüm yok, dediler… ”
” Ne güzel söylemişler. İşin Allah’a kaldı… O’na kalan işler ne güzel, ne kusursuz… Bildiğimizi, bilmediğimizi, gördüğümüzü, görmediğimizi yaratan, var eden, yok eden Allah, işini ne güzel yapmış görmüyor musun ? Şems ne diyor ; ” İşin Allah’a kalmışsa olmuş bil.” Yarattığı şu düzenin mükemmelliğine bakar mısın ? Başımızın üstündeki yıldızlar orada nasıl asılı kalıyorlar. Güneş, kal denilen yerde duruyor, biraz yaklaşsa kavruluruz, uzaklaşsa donarız. Su, toprak… Ağaçlar, çiçekler, böcekler, hayvanlar, bizler evlat, insanlar… Bu mükemmellikleri bir düzen, bir denge içinde bar eden, yok eden ALLAH için senin derdin ne ola… O’na kalsın işin… ALLAH’a kalsın… Var 66’ya bağla işini… ”
66 mı, dedi adam… 66’ya nasıl bağlayacağım ?
Demirci ayağa kalktı. Ağır adımlarla tezgâhın arkasına doğru yürüdü. Tezgâhın arkasındaki mütevazi kitaplığından bir kitap çıkarttı… Bir taraftan da adama cevap veriyordu :
” 66’ya bağlamak eski bir tabirdir. Esası ve manası, işi Allah’a bağlamaktır. 66 ALLAH’ın esmasının ebced değeridir. Kul her an ALLAH’ı anmalı elbette… Ama günde 66 defa, o günün bir zaman diliminde yürekten, hissederek ALLAH’ı zikredersen işlerin kolaylaşır, vakar sahibi olursun. Sevilen, sayılan bir kişi olursun.
Demirci elinde kitabıyla yanına geldi ve oturdu. Kitabı dizlerinin üzerine koydu. Adamın gözü demircinin dizleri üzerinde duran kitaba kaydı. Kitabın turkuaz kapağının üzerinde ; sade ve büyük harflerle yazılmış kelimeyi okumaya çalıştı. Biraz ortamın loş ışığından, biraz da cildi hayli yıpranmış olmasından dolayı harfleri silik gibi görünen yazıyı okuyamadı.
” Bu kitap, kimin ? ” diye soracaktı ki cevap yetişti :
” Bu kitapta, Kelam-ı Kur’an-ın sahibine ait isimler var. Yani yaradan’ın…ALLAH’ın isimleri… En güzel isimler O’nun ya, işte o en güzel isimler, kulun bildiği, bilebileceği en güzel isimler yazılmış bu kitapta. ”
Adam heyecanla ; ” Esma yani… Hepsini bilmiyorum ama aşina olduklarım var. Rahman ve Rahim var… Kerim var… ”
İhtiyar demirci, kitabı adama uzattı :
” Al, bu kitabın içinde hepsi var. Bu kitabı önce baştan sona oku, idrak et, anla…Esma-ül Hüsna, yani ALLAH’ın güzel isimlerini okuyup zikret, zikredip yaşa. Ama önce uyan. Uyan ki gözlerinle okuduğunu, yüreğinle tekrar edip, hissedip, yaşayabilesin her vasfı. Önce dilinle zikret sonra yüreğinle… Yalnız bunları yaparken işini gücünü ihmal etme. İnancın ı ve umudunu yitirmeden bu kitabı başından sonuna oku, tekrar et… Uyan. Dua et… ALLAH kelamıyla başla sonrası… ”
Derin bir nefes aldı ihtiyar ve ” Unutma okudum, öğrendim değil, mesele idrak edip yürekten zikredecek, yürekten söyleyeceksin… Şimdi yoluna git, evine git, işine git. Gün seni bana döndürür, o zaman gelir kitabı verirsin. Acele etme, sabret… ”
Adam hipnozu yine yaşadı. Kitabı koltuğunun altına koydu. İhtiyara cevap vermeden kalktı, başını önüne eğip selam verir gibi yaptı ve çıkıp gitti.
Zil çaldı.
Kapıyı hayat arkadaşı açtı… ” geciktim, kusura bakmayın, işim çıktı ” diyerek, içeri girdi.Fatma üstelemedi ama neden böyle bir açıklama yapma gereği duydu, anlam veremedi. Çünkü adam gecikmemişti, beş dakika önce akşam yemeği için ekmek almaya çıkmış, elinde ekmek değil bir kitapla geri dönmüştü.
Ekmek almamışsın bile demedi. Sabahtan kalma yarım ekmek vardı nasıl olsa. Yok. Üzmeyecekti kocasını. Hoş geldin dedi. Adam tatlı bir tebessümle karşılık verdi karısına sonra, ” Bu kitabı okuyacağım, müsaadenle ” diyerek, çalışma odasına yöneldi.
Karısı adamın ne dediğini değil yüzündeki tebessümü düşündü.
Daha beş dakika önce başka bir insandı evden çıkan. Günlerdir, haftalardır hatta aylardır kocasının yaşadıklarını ve bu yüzden nasıl gergin, üzgün olduğunu, biliyordu.
Ama şimdi ilk defa bambaşkaydı kocası. Bu düşüncelerle adamın arkasından ” Tamam ” diyebildi yalnızca… “Tamam…”
Adam büyük bir itinayla kitabı çalışma masasının üzerine koydu, sandalyesini masaya yaklaştırdı. Önce, ihtiyar demircinin yanında okuyamadığı kitap kapağına baktı, okudu :
Sen ne zaman uyanırsan sabah o zaman ;
Ve sayfaları çevirmeye başladı.
ÜÇ AY SONRA…
Açılmaz dediği kapılar açılmıştı. Hiç ummadığı bir ihaleyi daha sahibi bulunduğu firma kazanmıştı. Önceki ihaleden aldığı ödeneklerle bir taraftan borçlarını ödüyor, bir taraftan işlerini yürütüyordu. Yeni ihale borçlardan tamamen kurtulmak ve rahatlamak demekti…
Adam daha çok ve daha dikkatli çalışıyor, önüne çıkan engellere takılmadan, umutsuzluğa düşmeden hayırlara yol alıyordu.
Bu iş yoğunluğunda zikrini, duasını, ibadetini hiç unutmuyordu. Kitabı elinden düşürmüyordu. Bütün esmaları ezberlemesine, kitaptaki her kelimeyi hafızasına kazımasına rağmen, fırsat buldukça kitabın sayfalarını çeviriyor, o an kendinden geçiyor, zikrini bütün ruhunda hissediyordu.
Günler sonra, kitabın sayfalarında kaybolmuş zikriyle hemhal olup, duasına başlamıştı.
” Allah’ım, Ey her şeyin sahibi, Ey Muktedir olan, Kerim ve Kadir olan Yüce Rabb’im. Bu kuluna sabahları gösterdiğin için şükürler olsun.
Ey Veliyy olan Mvla’m. Bu kulunu dardan genişe çıkardığın için, bu kulunu zilletten şerefe yükselttiğin için şükürler olsun.
Ey Basıd olan, beni zil siyah gecelerden nurlara taşıyan Rahman ve Rahim olan Allah’ım, sana hamdü senalar olsun.
Ya Kayyum! Sana emanet bütün hallerim, benim manevi ve maddi bütün işlerimi güzel eyle, hak eyle, helal eyle.
Beni umutsuzluğa düşenlerden eyleme. Ya Hay! Beni diri tut, sabahımı şaşırtma.
Ya Vehhab, Ya Rezzak, Ya Ganiyy, Ya Muğni, bana hayırlı rızk ve manevi bereketler ihsan eyle. Beni her halimle seni zikreden ve sabahına uyananlardan eyle.
Ey Kerim olan Allah’ım, kapılarım kapanmış zannettim, umutsuzluğa düştüm affet. Sen Tevvab’sın, sen Afüvv’sün, sen affı seversin, beni bağışla. Ben bu haldeyken bana kapıları yine sen açtın, çok şükür…
Ya Rab! Beni bu haldeyken gören sendin, bilen sen. Birde bana, seni yürekte hisetmem gerektiğini hatırlatıp öğreten, şu kitapla beni kendi sabahıma uyandıran, buna vesile olan, kulun demirci vardı, ona da merhamet et, ondanda razı ol…
Ya Rafi! Şükürler olsun sana.
Ya Kebir! Ya Muiz! Ya Hamid! Hamd olsun sana…
Ey kendine sığınanları geri çevirmeyen, dualarını kabul eden Rabb’im, Ya Mucib, kabul eyle duamı.
Duasını yeni tamamlamıştı ki, ” Demirci, ihtiyar demirci…” Diye söylendi.
Doğru, demircinin yanına gitmeli, kitabı ona teslim ederken, ona teşekkür etmeliydi. Kitabı yanından ayırmak istemese de emaneti yerine teslim etmek gerekliydi. Demirci, kitabı sonra getirirsin dememiş miydi ?
Her ne kadar üç ay önce yaşadıklarına bir anlam vermese de demirciyi ve yaşadıklarını kimseye söylememiş olsa da gitmeliydi. Gitmeli, demircinin ellerinden öpmeli, muhabbet etmeli, hatta bunu zaman buldukça alışkanlık haline getirmeliydi. Hatta durumu eşine de anlatır, sonra demirciyi evine götürür, misafir ederdi…
” Zamanı geldi, bu gün işimde yok.”
Toparlandı. ” Önce eve gider, eşimle konuşur, akşama misafirimiz var, yemek hazırla derim. Oradan da doğru demirciye…”
Yola çıkmıştı… Çıkmıştı ama demircinin dükkânı neredeydi ? Kendi kendine soruyordu bu soruyu. Hatırlamaya çalışıyordu o günü, o anı…
Çarşı! Dedi, eski çarşı’daydı, çarşının sokaklarına girince hatırlarım, diye düşündü.
Varmıştı çarşıya… Birinci sokaktan geçerken hiçbir şey dikkatini çekmedi, yavaş yavaş ilerliyordu. Eski çarşı denilse de şehrin kalabalık sayılacak sokaklarından geçiyordu. Biraz ilerde semerciler, daha ilerde bakırcılar…
Şurası olmalıydı, o güne tekrar dönüyordu… Evet evet orası şu sokak…
Sokaklar ve dükkânlar birbirlerine benzese de demircinin dükkânı büyük demir kapısından ayırt ediliyordu. İşte o kapı!
” Hayır, olamaz… Burası olduğuna eminim, ama bu ne ?”
Büyük demir kapıya bakıyordu, demir kapının iki kanadı kalın demirli bir zincirle bağlanmış, zincire büyük bir kilit takılmıştı. Pırıl pırıl parlayan bir zincir, sanki daha yeni takılmış demir bir kilit! Dükkân kapalıydı.
Ama adamın şaşırdığı kapının kitli olması değildi. Dükkân harabe haldeydi, çatısı çökmüş, duvarları yer yer yıkılmış bir harabe…
Ve içerisi boştu…
Burası değil miydi yoksa… Dükkânın önünde kendi kendine konuşuyor, etrafına bakınıyor, tekrar dükkâna bakıyordu… Üç ay içinde bu dükkân bu hale gelemezdi…
” Burası değil, ben yanlış hatırlıyorum… Diğer sokaklara bakayım ” dese de emin olmak istiyordu. Tam karşıda Demirci Hüseyin tabelasını gördü. Küçük bir dükkândı gördüğü, üretim yapılan bir yer değildi, bıçak, keser, satır gibi eşyaların satıldığı bir dükkândı.
İçeride yetmiş yaşlarında bir adam oturuyordu. Dükkândan içeri girdi, selam verdi, Yaşlı adam ; ” Hoş geldin, buyur beyefendi, ne istemiştiniz ? ” diye sordu, ona müşteri muamelesi yaparak.
” Bir şey soracaktım. Şu karşınızda yaşlı bir demirci vardı, ismini bilmiyorum ama dükkânı buydu her halde, kapalı olduğunu görünce emin olamadım…” Dedi, sonra, bıçakçıya demirciyi tarif etmeye başladı…
Bıçakçı, cevap vermeden dükkânın kapısına doğru yürüdü, o da peşinden yanına ilişti, bıçakçı, demircinin dükkânını işaret etti… Şurası değil mi ?
Evet, dedi…
Derin bir nefes aldı bıçakçı, gözlerini demircinin dükkânına doğrulttu.
” Babamın kadim dostuydu Şemsi Dede… Otuz beş yıl önce bırakıp gitti bizi. Çok güzel bir adamdı, ermişti ha… Dervişti. Ama o üstüne kondurmazdı bu dediklerimizi. Dert dinler derman paylaşırdı… Herkes çok severdi onu, kimseyi kırmazdı, kimseyi kandırmazdı, haram bilmezdi, hile bilmezdi… Kim dardaysa o yanındaydı… Kim hastaysa o yanındaydı… O’nun yaptığı, O’nun ürettiği ne varsa hala kullanılır, kırılmaz, pas tutmaz, tekrar bileği istemez.
” Babamın kadim dostuydu, inanır mısın ben O’nu, babamdan çok sever, sayardım…”
Adam, bıçakçının gözlerinin dolduğunu fark etti… ” Gitti demişti ya, en saf tarafıyla sorma gereği duydu…
” Nereye gitti ? ”
” Nereye mi ? Rabbim bilir elbet, ama cennet O’na daha yakındır herhalde. Hakka gitti efendi, sevdiğine gitti… Her daim zikrinden, dilinden düşürmediği Hüda’sına gitti.”
Adam ne diyeceğini şaşırdı… Dükkân bu dükkândı, tarif ettiğine göre demirci de Şemsi Dedeydi. Elinde tuttuğu kitaba göz ucuyla baktı. Şimdi bu adama neyi anlatacaktı, nasıl anlatacaktı. Kendisinin anlam veremediğini nasıl anlamlandıracaktı.
Nasıl konuştum ben Şemsi Dedeyle, şu dükkandan içeri girdim, oturdum… Ateşi gördüm, körüğün sesini duydum. Hadi onlar hayaldi. Ya bu kitap, bu kitabı bana Şemsi Dede vermedi mi ?
Beyni zonkluyordu, cevapsız sorular, dönüp duruyordu beyninde.
” Efendi, sen tanır mıydın Şemsi Dede’yi… Gerçi ancak çocukken görmüş olabilirsin. Ya kusura bakma, sen sordun ben böyle peş peşe konuştum ama…” dedi bıçakçı.
” Üç ay önce şuracıkta konuştum, bana kitap verdi, okudum şimdi emanetini geri getirdim ” diyemezdi ya… Diyemedi zaten. Aklına ilk geleni söyledi hemen ; türbesi nerede ?
Bıçakçı : ” Türbesi yok, yaptırtmadı, babama vasiyet etmişti. Mütevazi bir mezar taşı, diktik mezarının başına…” Dedi, sonra Adamın içinden geçeni o söyledi, istersen gidebiliriz mezarına, sen sebep olmuş oldun, bir fatiha okuruz, güzel ruhuna…
Adamın arabasıyla mezarlığa doğru yol aldılar, şehri tepeden gören bir mahaldi burası. Mezarlığın içinde üç türbe vardı. Birer Fatiha okuyup geçtiler. Şurası, diye işaret etti adam. Gösterdiği yerde kalın gövdeli, dalları geniş bir alanı kaplayan bir sedir ağacı vardı. Ağacın hemen altında bir mezar…
Mezara yaklaştıkça heyecanı artıyordu Adamın. Yüreği göğüs kafesinden çıkacak gibi oluyordu. Sanki mezarın başına varınca, Şemsi Dede kalkacak, hoş geldin evlat, diyecek… Onunla muhabbet etmeye başlayacak, bana sabahımı buldurduğun için teşekkür ederim, diyerek kitabını teslim edecekti.
Mezarının başına geldiler. Adam elindeki kitabı göğsüyle sol kolunun arasına sıkıştırıp, Fatiha’sını okudu. Sonra dili sustu, yüreği başladı konuşmaya.
” Selamünaleyküm Şemsi Dede. Neyi nasıl yaşadım bilmiyorum, bu kitabı bana nasıl verdin, bilmiyorum. Bilen Allah elbette. Biz neyi tam bilebiliriz ki . Bana sen ne zaman uyanırsan, sabah o zaman dedin ya Şemsi Dede, uyandım işte yüreğimde Allah’ın isimleriyle, Mevla’nın sıfat ve vasıflarıyla kendi sabahıma uyandım. Şükürler olsun. Rahmetin bol olsun, sana teşekkür etmeye gelmiştim, elini öpmeye… Manevi alemde senin o mübarek elini öpüyorum, teşekkürümü bir Fatiha’nın içinde gönderiyorum.”
Adam, demirciyi, Şemsi Dede’yi misafir edecekti eve. Olmadı. Kendisi Şemsi Dede’nin misafiri oldu. Kitabı teslim edecekti, olmadı… İki eliyle kitabı göğsüne bastırıp, bu kitap artık yüreğimde, dedi…
Yalnızca tabiatın sesi, kuşların sesi, yaprakların rüzgârla raksının sesi ve mezar başındaki iki adamın sessizliği. Birinin babasının kadim dostu Şemsi Dede’si, diğerinin manevi dostu demircisi… Bir süre daha beklediler mezarın başında…
Eve ulaştığında kendini yorgun hissediyordu. Akşam yemeğinden sonra bir süre ailesiyle muhabbet etti. Kelimeleri muhabbetin içindeydi ama yüreği Şemsi Dede’deydi…
Çalışma odasına çekildi, masanın üzerinde duran kitabın kapağına baktı :
” Sen ne zaman uyanırsan sabah o zaman ”
Çevirmeye başladı sayfalarını daha yeni okuyormuş gibi, okumaya başladı. Ya Habir, ismi şerifini tekrar tekrar zikretti…” Ya Âlim, Ya Habir ” diye tekrar etti…
Şemsi Dede, tebessüm ederek bakıyordu adamın yüzüne. ” Allah derini bilir, bilinmeyeni bilir. Bilmediklerimizi bilir. Huda için zor yok. Nasıl oldu, niye oldu, deme… Yüreğini vesveseye verme. Olan, ne güzel olmuş de öncesi ve sonrası Baki olan Rabb’ine ait…”
Adam konuşacaktı ki Şemsi Dede, devam etti :
” Sen dedin ya kitap artık yüreğimde. Sabahı bulmuşsun demek ki… Kendi sabahını arayanlar var ama. Kitap ola ki onlara lazım olur. Gelecek, senden kitabı isteyecektir. Emanettir de kitabı ver.”
Adam, kim gelecek, ismini söylesen, bilirim, diye konuştu…
Kapı çalınıyordu, zil sesini duymuştu. Şemsi Dede yine hayallerinin bir yerinde muhabbet etmişti Adamla… Eşi kapıyı açmıştı, eşi yanına gelip ” bir bey gelmiş, seninle görüşmek istiyor ” dedi.
Adam kapının önünde duran kişiyi tanımıyordu. Selamlaştılar, ” Özür dilerim rahatsız etmedim inşallah. Sizde bir kitap varmış, mümkünse onu bana verir mizsiniz ? “
Okumak isteyebilirsiniz
Hangi memlekete yakınsa